Bugün, dünyada bulunmamız, yaptığımız ve yapacağımız işler ve insanlarla ilişkiler yazı konumuz.
1960 lı yıllar. Ticaret lisesini bitirdikten sonra bir işe de girdim. İlk aldığım ücret babamın aldığı ücretten bile fazla. Üniversiteye gitmek istiyorum ama o zamanlar bu konuda ne öğretmenlerimiz, ne de okulda bize hiçbir bilgi verilmedi. Okulun en iyi talebelerinden biriyim. Bir tane rakibim var, her dönem notlarımızı karşılaştırıyoruz, ne ben onu , ne de o beni mezuniyete kadar bir puan bile geçemedik. (Mezun olduktan 30 sene sonra mezuniyet notlarına baktığımızda beni 2 puan geçtiğini gördüm. O da beden eğitiminden, beden eğitimi öğretmenimize serzenişte bulundum 30 yıl sonra ve gülüşmüştük)
Çalıştığım yerin müdürleri (İstanbul Ticari İlimler Akademisine) İTİA imtihanına gitmemi söylediler. Gittim, kazanmışım ama devam etmeme imkan yok. Geldim ve işe başladım. Ama bu arada Cağaloğlu’ndan geçerken kredi diye bir şey çıkmış dediler. Belgelerini aldım ve müracaat ettim. Şubat ayında eve bir mektup geldi. Bana kredi çıkmış. Ama kefil lazım. Kimi bulacağız. Bir tarafa bıraktım. Ama müdürlerim duymuşlar. Her ikisine de Allah gani gani rahmet eylesin, beni çağırdılar ve kefil oldular hadi dediler İstanbul’a, üniversiteye git. Bu arada Türkiye’de yeni olan kredi sisteminde ilk defa kredi alan, (1) numara ile kredi alan, krediye layık görülen talebe bendim.
Okuldaki rakibim de, üniversite imtihanını kazanmıştı. O da devam edemiyordu. Ben işimden ayrılırken onu çağırdım, müdürlerimle tanıştırdım. Benim yerime işe o başladı. Ben de yıllarca İstanbul’dan notları ona getirerek okulu bitirmesine yardım etmeye çalıştım.
İstanbul’a gittim. Yurt, okul, pansiyon bilmiyorum. Gedikpaşa’da arkadaşların kaldığı özel bir yurtta kalmaya başladım. Geceleri tahtakuruları ile savaşıyoruz, kışın camlar kırık, sabah kalktığımızda odanın içinde bir öbek kar bulunuyor. İşte bu arada ders çalışmaya uğraşıyoruz, okula da gidiyoruz.
İstanbul’da öğrendim ki, burslar varmış, ama bizler bilmiyorduk, nereye başvuracağımızı bilmiyorduk ki. Yoksa okulun en çalışkan öğrencileri olarak bu bursları biz almalıydık. Yine milli eğitim yurtları varmış. Bunlardan da haberimiz yok. Yol, iz bilmiyorduk.
Babam, Sümerbank’ta işçi idi. Müdürleri benim ne kadar çalışkan olduğumu biliyorlardı. Hiç birisi yol göstermeyi düşünmemiş. Yıllar sonra bir kısmı benim yanımda veya altımda çalışmıştı. Kendilerine, babam dolayısıyla beni tanıyıp tanımadıklarını sorduğumda evet biliyorduk demişlerdi. Peki, Sümerbank’ın bursları, yurtları varmış, benim için hiç biriniz düşünmedi mi? Dediğimde başlarını öne eğip cevap vermemişlerdi.
Gedikpaşa’da tahtakurulu yurtta kalıyoruz ve arkadaşlarla akşamları Kadırgada bir lokantaya gidiyoruz. Kurufasulye, pilav ve hoşaf 195 kuruş. Çok güzel fiyat. Lokantanın sahibi Kemaliyeli idi. Adı Hüseyin idi. Çok hoşsohbet bir insandı.
Üniversite talebeleri ile kitaplar, dünya ahvali, felsefe ve din gibi konularda konuşur, münakaşa eder, fikirler de verirdi. Çok ama çok iyi bir insan. Bilgi ve görgüsü de bizlere örnek oluyor. Ben de okuma ve kitap hastasıyım. Kendisi ile bir çok konuda en çok sohbet edenlerden biriyim.
Yıllar yılları kovaladı. Şairin dediği gibi yıllar yarlardan yarlar yıllardan vefasız mı bilemem ama ben okuldan mezun oldum ve bir de İşletme İktisadı Enstitüsünü bitirdim. Ama yıllarca Hüseyin beyin lokantasının müdavimi idim.
Mezun olup askerliğimi de yaptıktan sonra Bursa’ya geldim. Devlet dairesinde çalışmayacağım, hesap uzmanı, müfettiş, kontrolör veya denetmen, bankacı veya banka müfettişi de olmayacağıma karar vermiştim. Özel sektörde çalışacaktım. İstediğime de nail oldum.
Bulunduğum firmanın İstanbul’da yapılan bazı müşteri toplantılarına ben gidiyorum. Bir seferinde şoförlü araba ile gitmiştim. Toplantı biraz erken bitti. Hemen Bursa’ya dönmek yerine Kadırga’daki şu lokantacı Hüseyin beye bir uğrasam nasıl olur diye düşündüm. Aradan 30 yıl geçmiş, eskiyi analım dedim.
Kadırga meydanında durduk. Şoför bekliyor, ben lokantaya baktım. Yerinde duruyor. Gittim, Hüseyin bey yok, sordum. A, dediler, lokantayı bize devretti, kendisi ileride bir hırdavatçı dükkanı açtı, orada bulabilirsin.
Hırdavatçı dükkanını buldum. Ama kapısında bir sopa, yan konmuş, yani dükkan kapalı. Komşusuna sordum. Şu anda Camide, akşam namazındadır. Beş dakikaya kadar gelir dediler.
Caminin kapısına gittim. Akşam olmakta, sular kararmakta, karanlık bastırmaya başlamış. Bu sırada namaz bitti, insanlar çıkmaya başladılar. Ama birisi o karanlıkta CEVDET diye bağırarak çıktı ve beni görür görmez sarıldı. Ben de niye uğradığımı şaşırarak ona sarıldım. Hüseyin bey, geleceğimi bildirmedim, 30 yıla yakındır görüşmedik. Seni burada sormuştum, biri mi söyledi de Camiden çıkıp bana geldin sarıldın dedim.
Biliyorsun, seni çok severdim. Yıllarca seni de merak etmiş unutmamıştım. Tam namaz kılarken birden bana bir sıkıntı geldi. Namaz esnasında gözümün önüne sen geldin ve namaz biter bitmez gayriihtiyari CEVDET diyerek dışarıya çıktım dedi.
Hayatta bir iz bırakmak, bir hoş sada bırakmak bu imiş demek ki diye düşündüm ve biraz daha konuştuktan sonra ayrıldık. Unutulmayan anılarımdan biridir bu.